Cavaliers forması altında, hem kendim hem de takımım adına bir ilki yaşamak için, güzel şehrimden bir gece yarısı Bükreş yollarına düştük. Varış noktamıza ulaştığımızda; yolda kalan O403’ü vurdurarak çalıştırmayı başarmış, her türlü virajı otobüsün maksimum hızında savrulmadan geçmiş, sınırda insana pislikmiş gibi bakan Bulgar polisine arıza yapmamış, hatta otobüsün içinde bulunan “cangıl”dan sağ salim çıkmış olmanın sevincini yaşıyorduk.

Bu noktada,  Bulgaristan ve Romanya yollarını gördükten sonra, bazı durumlarda bol bol salladığım KGM ve belediyelerimize çok ayıp ettiğimin farkına vardım. Cennette yaşıyoruz da haberimiz yok!

Hava İstanbul’a nazaran daha nemli ve sıcaktı. Bir müddet dinlendikten sonra ertesi gün maçın oynanacağı sahada çalışmamızı gerçekleştirdik. Zemin Kurtköy’ün zemininden beter durumdaydı ve bu yeterli değilmişçesine çalışmayı sağnak bir yağmur noktaladı. Şehirde gezindiğimiz esnada, hemen her otobüs durağında ve şehrin cafe-bar gibi mekanlarında maçın afişini gördük. Yoğun bir tanıtım çalışması yaptıkları belliydi.

Gelelim maç gününe, hava gayet güzeldi fakat biraz önce de belirttiğim gibi zemin balçığa yakın durumdaydı ve uzun çivilerle bile ayakta durmak çok zordu. Sahanın çizgileri kireçle çizilmişti ve hash marklar ile ilgili bir işaret yoktu. Futbol kalelerinin üstüne eklenmiş direklerle 1 ve 3 sayılık oyunları deneme şansımız da olacaktı. Tek tarafında tribün olan sahanın seyirci sayısı da başlangıçta 50-60 kişi civarındaydı, ilerleyen zaman ile birlikte çoğaldı ve 200-300 kişilik bir seyirci kitlesine oynadık. Ses sistemi kurulmuştu ve pek sık olmasa da, maçın içinde olanları anlatan biri vardı.  Hakem kadrosu ise maalesef üç kişi ile sınırlıydı ve zincirin başında bulunan arkadaşların oyun bilgileri yeterli değildi. Neyse ki İngilizce konusunda sıkıntı yoktu ve iletişimi rahat kurduk.

Kısaca açıklamak gerekirse, rakip takımın seviyesi bizim futbolumuzun 6-7 sene önceki hali gibiydi. Takımın en iyi oyuncusu olarak öne çıkan oyun kurucularının, aynı zamanda P, K ve CB pozisyonlarında oynaması buna güzel bir örnek diye düşünüyorum. Romen takımı, daha önceden takım sporları ile uğraşmış tecrübeli atletler ve onların arasına serpiştirilmiş genç oyunculardan kuruluydu. Bizden aşama olarak oluşan farkları ise, Romanya için önemli bir spor dalı olan rugby geçmişine sahip sporcuların, futbola daha yatkın olmaları neticesiyle pek adaptasyon sorunu yaşamamaları gösterilebilir. Yetenekli ve bilgili bir kadro oluşumuna doğru yol aldıkları aşikar.

Maçın başında bir bocalama devresi olsa da, genel olarak gayet rahat bir tempo ile oynadık. Sahanın daha önce bahsettiğim durumundan ötürü, koşu ağırlıklı bir oyun oldu. Orta mesafe pas ile bulduğumuz TD harici bütün sayılarımız koşu oyunlarıyla gerçekleşti. Romen takımı ise oyun kurucularının, muhtemelen bozulan bir oyundan sonra, scramble bir koşu ile bulduğu TD ve arkasından gerçekleştirdiği “2 point conversion” ile tabelaya skor katkısında bulundu. Skorun özeti  ;
Cavaliers : 6TD, 1Try
Warriors : 1TD, 1Try, 1Safety

Yazımı noktalarken, Türkiye’de edindiği tecrübe ile takımın liderlerinden olmayı başarmış, hatta bazı audible oyunları Türkçe olarak kurgulamış (karpuuuuuz) ve bize mükemmel ev sahipliği yapan Ahmet Yay kardeşimize, teşekkürlerimi bir borç bilirim.

Romanya dediğim zaman aslında aklıma gelen Metin Türel’in söylediği bir cümle oluyor. “Hagi 40 metreden bir çakar, o istatistikleri nereye koyacağını bilemezsin.” Bu yazıda da, başlık ve bu not kısmıyla anmak istedim “el commandante”yi…

Yazar: Saygın Karabay