Konu spor olunca, şans faktörünü pek sevmeyiz, çoğu zaman nefret uyandırır hatta, ama son beş senenin Redskins’ine bakıyorum da, bir takım daha ne kadar şanssız olabilir? Türkiye sınırları içinde yetişmiş birer birey olarak Amerikan futboluna merakı olan neredeyse çoğu kişinin ilgisi, ilk olarak Eurosport’ta verilen herhangi bir maçın ardından kısa bir süre izlenebilen, ardından kumanda hakiminin yaptığı ani bir zapla kanalın değişmesiyle şekeri elinden alınmışçasına bir hissiyata girilen o anla filizlenmiştir. Evlerin salonlarında kumandalar bırakılıp işlerin başına dönüldüğünde sessizce televizyonu ve Fox Sports’u açar, bir NFL maçına rastlamayı umardınız. Umardık. Umardım. Saklı olmasına gerek olmayan bu saklı tutku, giderek taraf olma isteğini de barındırmaya başlardı.

Kimisi için Manning kardeşler sempatikti, kimisi için – durun ya, aslında çok da fazla seçeneğiniz yoktu o zamanlar. Peyton Manning inanılmaz sezonlar çıkartıyordu o zamanlar Colts ile, Chad Johnson’ın Bengals’daki krallığı sürüyordu, bir de benim zamanla o taraf olma hissiyatını tattığım Redskins’in altın çocuğu Clinton Portis vardı vitrinde. Demir adam figürünün tam karşılığıydı o zamanlar Portis bana, oyunu yeni yeni öğrenmeye başlamış biri olarak tackle kırabilme yeteneği, cüssesine göre inanılmaz çevikliği ve süratı, rakip defensive line’lara fenafillah ettiriyordu. Evet, Portis yenilmez gibi duruyordu. Evet, Redskins mükemmeldi. O zamanlar aklımın ucunda bile değildi bu altın sarısı çocukların başkent ekiplerinin “organizasyonsuzluk sendromu” kervanına katılacağı.
Portis bu inanılmaz oyunuyla 2008 yılında, OJ Simpson ile beraber beş maç üst üste 120 yard ve üzerinde koşabilen tek running back olmuştu. Bir  Redskin olarak daha üçüncü sezonu olmasına rağmen otoriteler onu tarihin en iyi Redskin’lerinden biri ilan etmişti bile. Portis gerçekten vitrinin en tepesindeydi. Şimdi ise hikayelerde kahramanın hayatının balçığa sıvandığı kısma geliyoruz. Portis, dönemin Atlanta Falcons QB’si Michael Vick’in de adının karıştığı bir dizi suçlamanın bulunduğu bir iddianameyle karşı karşıya kalmıştı. Bu iddialar NFL vitrininin en tepesindeki bir oyuncu için bile elbette sıkıntılar yaratabilirdi. Ancak böyle durumlarda doğru kriz yönetimi yaparak kurtulan oyuncuların listesi hiç de kısa değildi. Maalesef, Portis o listeye girmeyi reddetti. Bayraklarını kaldırdı, medyaya karşı kılıcını kuşandı ve mert çocuk rolünü üstlendi.
Tahmin edebileceğiniz üzere, işin yarısından fazlasının medya olduğu bir endüstride, bu hareketiniz isyandır, suistimaldir, emre itaatsizliktir. (O zamanlar Richard Sherman ortalıkta yoktu, belki de ondandır.) Medya hemen Portis’i karşısına aldı, kimsenin üstünde durmaya tenezzül etmediği açıklarını ve zayıflıklarını ortaya attı ve belki de en büyük darbesini en sona sakladı, Portis’in sır gibi sakladığı kronik sakatlık dosyasını spot ışıklarının önüne taşıdı. Bir NFL takımı bir takımdan çok bir “işletme” olduğundan, takım yönetimi gayet anlaşılabilir biçimde Portis’i yüzüstü bıraktı. Vitrinin en tepesindeki bu yalnız ve cesur kızılderili, basamakları üçer beşer, ama asilce iniyordu.

Portis sonraki sezon yalnızca yedi maç oynayabildi, kronik karın sakatlığı artık çizgisini de aşıp onu 15 yard üzeri koşularda dahi zorlamaya başlamıştı. “İşletme” ona sırtını dönse de, arkasında sadık bir şehir vardı Portis’in. Virginia genelinde tüm spor mağazalarının futbol ürünleri bölümünün en ışıltılı köşesini hala 26 numaralı forma süslüyordu. Portis her ne kadar her geçen gün biraz daha yolun sonuna geldiğini hissetse de, bu desteğin hakkını vermek istiyordu çünkü kahramanlar böyle yapardı. Savaş alanında vücuduna oklar saplanmış, beli bükülmüş, ancak hala ona inanan askerler için bir hamle daha yapması gerektiğini hisseder kahraman. Aslında çoğu zaman o hamleyi yapmasına gerek yoktur çünkü mücadelesiyle herkesin gönlünü ve takdirini kazanmıştır. Kahramansa borcunun asla bitmediğine inanır ve öleceğini bilse de belki de, son bir kez daha ileri atılır. Portis bu hamleyi, hazır olmadığı bir sekizinci hafta maçına çıkarak yaptı. Sahneye çıktığı ilk hücumun sonunda, sahayı ayaklarının üzerinde terk etse de, abdominal yırtığı gibi bir gerçekle yüz yüzeydi Portis.
Gelecek sezonun ortasında “oynayabilir” statüsü kazansa da, o sekizinci maçın sonunda aslında kendi krallığını başının önüne devirmişti bu kızılderili. Artık Youtube’da binlerce tıklama alan veya analistlerin üzerinde kafa yordukları, rakip defansif koçların canhıraş bir biçimde önlemler yaratmaya çalıştıkları destansı koşular yapamayacaktı Portis. Sıradan bir hücum tercihiydi fazla üzerinde durulmaması gereken. Ve en acısı, birkaç sene sonra bir elin parmakları kadar insanca hatırlanacaktı. 2010 yılı sonunda kontratı bitip, 2011’de emekliliğini açıkladığında hikâyesi çoğu Redskins taraftarınca unutulmuştu bile. Çok değil dört sezon önce, iki kez üst üste koşuyla sayı yaptığında bağıra bağıra “Hail to the Redskins”i söyleyen, hatta kronik sakatlığı açığa vurulmuşken bile susmayan bu taraftar, Portis’in çöküşünü sadece izlemekle yetinmişti. Başkent kızılderilileri için gece, son ışığı da Portis’in kapatmasıyla kapkaranlıktı.
Washington’da Kış
2009-2011 arası Redskins, bu gelişmelerle beraber felaket bir dönem geçiriyordu. Elbette bu felaketin tek nedeni Portis değildi, 2006’da seçildiğinde top eline tutuşturulup tamamen dengesiz bir hücum hattının insafına terk edilen ve bunun doğal sonucu olarak örneğin Ravens gibi «çok delikanlı» linebacker’larla dolu olan savunmalara karşı oynadığında haşatı çıkan Jason Campbell takas yoluyla takımdan gönderiliyordu 2009 sezonu sonunda. Dengeler de değişmişti bench tarafında. Koç değişikliğine gidilmiş, sonraları spekülasyonların membağı olacak koç Mike Shanahan takımın başına getirilmişti. Campbell yerine ustalara saygı kuşağı programı kapsamında Philadelphia Eagles’tan emektar QB Donovan McNabb getiriliyordu.

McNabb hafızalarda 2008’de Eagles›da çıkarttığı inanılmaz sezon ile ve de 2009’daki Eagles taraftarlarının bugün bile “downfall” diye çağırdıkları korkunç sezonuyla var oluyordu. 2009 sezonu sonunda koç Andy Reid çıkıp “Donovan ile devam ediyoruz.” dese de, üç gün sonra McNabb iki draft hakkı karşılığında başkente yollanıyordu.
En temiz duygularımla söylüyorum ki, kaç sezondur Jason Campbell’ın insafına kalıp, sonra Donovan McNabb’e sahip olmak nedir, anlayamazsınız. Başkent medyası ve çevreleri “gerçek” bir quarterback’e sahip olmanın gururunu (!) yaşıyordu. Bana sorarsanız kutlama yapmak için çok erkendi. McNabb sekizinci haftaya kadar çok iyi performansları ard arda izletiyor, dokuzuncu hafta da kontratını beş yıllık 88 milyona yeniliyordu. Ancak bu kontrat devamında “Nabby”i değil, Donovan “Downfall” McNabb’i getiriyordu. Son iki maçta korkunç oynayarak as QB tahtını Grossman’a devrediyor, sezon sonu da koç Shanahan tarafından üçüncü QB ilan ediliyordu. Her ne kadar kendinin ve Redskins’in bir sezonda en fazla yarda pas rekorunu kırmış olsa da -4.156 yard- McNabb aynı zamanda en fazla interception’a yol açan Redskins QB’si unvanını da kimselere kaptırmıyordu.
Defans tarafından bakacak olursak aslında 2009 Draft’ında takımı ilk silkindiren hamle gelmişti Redskins cephesinden. Texas Longhorns’un cevval çocuğu Brian Orakpo’yu 13.sıradan seçerek savunma takımına baskılı bir güç katıyordu ekip. Draft’tan kazanılan Jon Jansen, Jeremy Jarmon ve James Trash gibi alt profilli genç hücum oyuncuları ile en azından “beklentisiz başarı mucizesi” ümidiyle sezona başlayan Redskins aslında bir underdog etiketi dahi taşımıyordu üzerinde.
2010 sezonunda Orakpo’nun saldırgan istatistikleri dışında aslında pek de pozitif bir faktör ekleyemedi kendine Redskins. Sorunlu yıldız DT Albert Haynesworth sorununu net tavır politikası güderek çözmüş olsalar da, sezonun kalanında Orakpo ve Jarmon’un saçtığı ışık Redskins’e yetemezdi. 2010 sezonu da 6-10 derecesiyle sonlanıyordu.
2011 sezonuna Shanahan, elindeki “kendince” ölü toprakları temizleyerek başlama kararı aldı. Haynesworth’u beşinci tur draft hakkı karşılığında Patriots’a, McNabb’i de bir altıncı tur draft hakkı karşılığında Vikings’e postaladı. Draft’ta Orakpo’nun saldırgan ekibine bir partner arayan teknik ekip, yine Orakpo’nun tarzına yakın bir pas engelleme ustası Ryan Kerrigan’ı seçti. Shanahan’ın getirdiği yeni defans sistemine uygunluğu tartışılmazdı. Yine yeni defans sistemine uygunluğu su götürmeyen bir seçimle ikicnci turda Jarvis Jenkins, Orakpo çetesinin son elemanı oldu. Son seçim hakkında da zıpır running back Roy Helu Jr. seçen Redskins, yeni sezona hazırdı. Yani en azından onlar böyle düşünüyordu.

“Adam Redskins’i anlatıyorum diye bizi yiyor. Bildiğin Gençlerbirliği bu”
2011 sezonunda Jenkins dördüncü hafta ön çapraz bağlarını yırtarak sezonu kapatıyor, running back Hightower aynı sakatlıkla kaybediliyor, Trent Williams sezon ortası doping testinde sezon boyu men ediliyordu. Başkent taraftarının yine beli bükülmüştü. Tüm bu şanssızlıklar ve aksilikler yaşanırken diğer elde de ufak da olsa bir artıları vardı; Roy Helu Jr.
Sezon boyu Portis’ten beri özlenilen performanslara az da olsa yaklaşabilmişti Helu. Sezonu ilk 11’de oynadığı maç başına 106 yard koşu ortalamasıyla bitirmiş, takımın her maç değişen as QB problemi yüzünden helak olmuş hücumunu toparlamaya gayret etmişti. Bu sezon da yazı boyu alıştığınız türden bir hüsranla bitiyor, 5-11 derecesiyle kızılderililer eve dönüyordu. Ancak gelecek sezon neler olacağını tahmin bile edemezlerdi.
Ve Kabilenin Yükselişi…
Her şeyin bittiğine inandığınız anları çokça yaşarsınız hayatınızda, kendinize yaşatırsınız. Böyle anlarda öylesine çaresiz hissedersiniz ki tek yapabildiğiniz şey -çünkü bu aynı zamanda yapmak istediğiniz şeydir- bazılarınız için dua etmek, bazılarınız için kendinizi yavaşça bir koltuğa bırakıp dakikalarca tavana boş bakışlar atmak, bazılarınız içinse olduğunuz yerde kalıp düşüncelere dalmak olur. Pes etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşadığınız anlardır, bu evreden önce “hayır, pes etmiyorum ben, ne alakası var?” gibi klişelerin kullanıldığı reddetme aşamasını yaşarsınız elbette. Verdiğiniz onca emeğin, saatlerin ve sarf ettiğiniz maddiyatın karşılığında hala aynı yerdesiniz, belki de geridesinizdir. Hayal kırıklığı vücudunuzu ele geçirir, ruhunuzda yer yer morluklar meydana getirir. O an bir saniyeliğine yaptığınız tüm şeyleri gözünüzün önüne getirir, kendinize çabucak “ben neyi atladım?” sorusunu sorar, ardından yığılma aşamasına geçersiniz. Artık yorulmuşsunuzdur, tek çareniz yüce bir gücün müdahalesini veya bir mucizeyi beklemektir çünkü artık kolayı ararsınız çünkü artık bir şeyler feda etmekten sıkılmışsınızdır. İşte Redskins, 2012 yazında bunları yaşıyordu.
İstatistikler ve terimlerle dolu bir önceki bölümde ne denli çabaladıysa bu başkent kızılderilileri, “her şeyi doğru yapmış” ama yine de başarıya ulaşamamışlardı. Basketbola, Oyun’a aşık biri olarak, salonun ışıklarını gizlice açıp çocukça bir hevesle Fox Sports’ta Portis’in Redskins’inin maçlarını izlediğimden beri ilk defa bir takımı böylesine kavramak istemiştim. Sorular asla peşinizi bırakmaz eğer bir şeyi gerçekten kalbinizi koyarak kavramak isterseniz. Skins “neden?”lemeleri de, hala odamın bir köşesinde duran 26 numaralı posterin etrafına sıralanıyordu yavaş yavaş. Tüm düşüncelerden ve duygusal boğumlardan önce anlatmamız, anmamız gereken son bir sezon daha var. Ve bu sezon, her Pazar günü FedEx Field’ı doldurup gönülden “Hail to the Redskins” diyen herkesin hafızalarında çoktan yer edindi bile.
Bu sezon, hala raflarında indirimli Portis forması satmaya çalışan mağazalarda bile değişikliğe gitti. Portis formaları plastik mankenlerin üzerinden çıkartıldı, katlandı, kolilere doldurulup depolara fırlatıldı. Artık o mankenlerin üzerinde 26 değil, hikâyesiyle, başardıklarıyla, başaracaklarıyla ümitlendiren bir adamın numarası vardı.
Artık o plastik mankenlerin üzerinde 10 numaralı forma vardı. Peki kimdi bu çocuk? Devamı bir sonraki yazıda bizlerle olacak…