“Kendimi uçurumdan aşağı bırakmıştım, ama son anda bir şey bana doğru uzanmış ve havada yakalamıştı. İşte ben ‘o’ şeyi aşk diye tanımlıyorum. Bir adamı düşmekten alıkoyacak, yerçekimi kanunlarını tersine çevirecek kadar güçlü tek şey.” – Paul Auster

Doğa bilimlerine ve özellikle fiziğe oldum olası meraklı bir insan olmuşumdur. Maddelerin mekaniği, çekirdek düzenleri, kuvvetler, kuantum mekaniği, mekanik, mekanik, mekanik… Basit bir aydınlanma merakından öte, olagelen her şeyin bir sebebi olması gerektiğini hep düşündüm. Almanlar neden bu kadar iyi futbol oynar? Güney Kore nasıl oluyor da her sene Gayrisafi Yurtiçi Hasılasını bu kadar yükseltebiliyor? Federer nasıl Federer oldu? Altında yatan sebepler ve faktörler, değişkenler her zaman bir çekim merkezi oldu. Sporu spordan öte gören çoğumuz için de eminim ki böyle olmuştur. Günlerden bir gün, yine işin mekanik estetiğine hayran olma seanslarımdan birinde bir adım öteye atıp şu soruyu sordum kendime: İşin ilmi kısmı çoğunluğu cezbetmezken “çoğumuzu” neden cezbetti?
Her sporun karşılaştırmalı bir kişilik analizine tabi tutulduğu bir sosyal deney yapılmış olsaydı eğer ve her deneğe istediği iki sporu birer anısıyla anlatması istenseydi, nasıl bir desen ortaya çıkardı? Muhtemelen emeklilik günlerini mahalle kahvesinde geçiren eski memur Cemal amca, komşusunun oğlu Avukat Kemal’i boş sokakta yapılan o maçlarda nasıl çalımlayıp topu kalecinin yanından iki taşla yapılmış kalenin içine yuvarladığını anlatırdı. Sonra elbette kolaya kaçılır, basketbol konusu açılır, “Erman Kunter, 160 sayı” anahtar kelimelerini kullanır, tekrar tahta iskemlesine geri dönerdi. Çoğu kişiden benzer yanıtlar alırdınız, benzer desenler, “Avukat Kemal”ler, gençlik çalımları, tutku ve sıfır mekanik. Fakat bir İstanbul derbisi sırasında Cemal amcanın kahvesine gittiğinizde, takım analizi yapmaya harala gürele girişmiş onlarca insan bulurdunuz. 18-19 yaşından sonra taştan kaleler, sunta masalara değişilmişti. Sports Center da yoktu o zamanlar, oturup İstatistik 101 tadında dakikalar da geçiremezdiniz.
Eğer böyle bir sosyal deneyin parçası olsaydım bahsedeceğim anıların başında Amerikan futbolu gelirdi. Yazının yayınlandığı site NFLTR diye anılarımla oynayıp konsepti yakalamaya çalışmıyorum elbette, yaşananların tümü gün gibi gerçek olaylardı. Henüz ilkokuldayken beden eğitimi derslerinde yapılan arka bahçe futbol maçlarının yıllanmış tadı hala çok başkadır. Futbola hiçbir zaman yetenekli olmayan ben bile o maçlarda en kalas adamlara layık görülen çakılı stoper rolüne dahi razı olur, kaleye gelen adamları mümkün olan en sert şekilde durdurur, gelen topları pis burun denen tabirle ileri yollardım. Ders bitim zili çalınca hoca gelir, futbol topunu vakur bir edayla alır, tek kelime etmeden giderken her seferinde kenara bırakılmış olan voleybol topunu unutur ve odasına giderdi. İşte o unutulmuşluğun fark edildiği anlardan bazılarında mucizevi bir an yaşanır, aramızdaki en haşarı tiplerden biri “Hadi Amerikan futbolu!” diye bağırırdı. Sonrasında nizami bir düzenle o 11-12 yaşındaki çocuklar Shotgun dizilimine oturur…
O zamanlar Amerikan futbolu, bizim için şiddet içeren bir spor yapma isteğinin dışavurumuydu. Hiçbirimiz bir pozisyon ismini dahi bilmezdik. Sadece ortada bir spor vardı, birbirimizi itip kakabiliyorduk ve herkesi geride bırakıp taştan kale çizgisini geçtiğimiz zaman içimize zafer çekiyorduk, buram buram erkeklik kokuyordu. Bundan zevk almamamıza imkân yoktu… Ya bu yazıyı okuyanlarınız arasında, bu anların benzeri anımsayanlarınız az da olsa var ya da ben çok garip bir okulda okudum, hangisi bilemiyorum.
O çocukların çoğu için sporun dinamikleri hiçbir zaman önemli olmadı ve aradan yılların geçmesiyle de bu durum fazla değişmedi. İlk defa Clinton Portis’i bir kaydından hayranlıkla izlediğim 2008 yılında sistem ilgimi çekip pozisyonları öğrenmeye başlamadan önce benim için de Amerikan futbolu bir çekim noktası değildi. Biliyorum, benim Amerikan futboluna olan ilgimin hikâyesini çok merak ediyorsunuz ama yazının konusu bu değil. Bir anıyı anlatmak için gereğinden çok satır harcadım bile. (Çok merak ettiyseniz, bakınız, eski yazılarımdan, Hail To The Redskins ve diğerleri…)
Derinlemesine incelemeye teşebbüs ettiğim ilk dinamikler defans dizilimleri olmuştu. QB’ler oyunun her zaman sıfır noktası olmuştu, fakat altın kola bile sahip olsanız, Bears’ın 4-3 dengeli Hybrid Fro Safety sistemini nasıl aşabilirdiniz ki? Kendi arasında değişebilen Cornerback ve Safety parçalarından oluşan ve inanılmaz fiziksel benzerliklere ve atletik dinamizme sahip olmayı gerektiren bu sistemde oyunun en önemli kısmı olan hava hücumunu kilitleyebilirdiniz. Biraz daha kuvvet ve kas gücü arıyorsanız buyurun 4-3 Power scheme Lions defansif kurgusuna. Suh, Ansah ve Fairley sabaha kadar rakip hücum hatlarını otoparka kadar sürükleyebilirler. Fakat bu yeterli mi?
Harvard Business School profesörü Clayton Christensen’ın bundan 20 yıl önce aşağı yukarı bahsetmeye çalıştığı gibi “Yeniliği daha iyi kılan, eskinin direnci ve istisnaları göstermesidir.” Teker teker kurtuluş yolu olarak ilan edilen tüm defansif setler çöplüğe yuvarlandı. Önce, Aaron Rodgers denen bir hergele çıkıp savunmaların tüm çivilerinin nasıl söküleceğini gösterdi, ortodoks QB’lerin efendisi Big Ben zıpır safety-cornerback karmalarının aslında çok fazla karmaşa yaratabildiğini gösterdi, sonra West Coast hücumu, ardından da mucizevi Spread Offense ligde tozu dumana kattı. Tüm bunlar yine farklı bir hanedanın doğuş sancıları olarak, kronolojik sırayla yerini aldı kitaplarda. Yine aramızdan biri çıkıp “Offense wins games, defense wins championships” dedi. Haklıydı, döngü değişmiyordu.
Peki neden? Neden spread offense gibi inanılmaz mekanik ve doğru oyunculara sahipseniz oynaması inanılmaz kolay bir hücum sistemi dahi sadece yarım sezon dahiyane olarak kabul edildi? Arizona’nın altın çocuklarının buluşu Wildcat neden yarı yolda kaldı? Michael Vick bir sezon 100 yard az koştuğunda West Coast hücumu neden tıkanıyordu, yanında konveks route’ları koşan Roddy White’ın olmasına rağmen? Video odasına kapanılıp geçirilen saatler ve litrelerce kahve işin önemli bir kısmı. Çıldırmışçasına ilerleyen istatistik biliminin getirileri de bir diğeri. Fakat asıl kilit noktayı size ne SportsScience Inc. araç-gereçleri verebilir, ne de video odasında ulu önder Lombardi kesilmek.
Amerikan futbolunu bu kadar tahmin edilemez ve diğer taraftan da bu kadar tahmin edilebilir kılan nokta; lider oyuncular. Peyton Manning’in pas grafiğinin gelecek sezon nasıl değişeceğini, istikrarsız koşucu rotasyonunun verimlilik puanına bağıntılı biçimde tahmin edebilirsiniz veya LeSean McCoy’un 1,000 yard düzeyinde sezonlar geçirmesinin önünde hiçbir engel olmadığını da. Fakat iyi iç linebacker’ların dış handoff oyunlarında McCoy’u nasıl okuyarak dümdüz ettiğini veya Manning’in 20 yardlık paslar aramaktansa oyununu daha kısa mesafeli paslara uyarlayarak koşu oyununun kaybettirdiklerini de üzerine yüklendiğini, toplamda pas yardı sayısının düştüğünü, hatta TD sayısının da düştüğünü, ancak hücum verimlilik endeksinin aynı olduğunu da görürsünüz. Ne dersiniz, sezon öncesi hazırlık kampında performans entegrasyonu semineri veriyorlar mıdır?
Ray Lewis, sezonlar boyunca Ravens savunmasının kalbi, beyni ve ağzıydı. Bir adamın tüm bir savunmayı nasıl daha iyi yapabildiğinin daha açık bir örneğini belki bir tek Lawrence Taylor’da görebilirsiniz. Sistem çözen, yeri gelince de çözdüğüne inandıran bir etkendi Lewis, onun saha içinde anlık yarattığı çözümler sistemin yavaş yavaş parçası haline geldiğinde Ravens bu kadar ölümcül bir defans takımı haline geldi.
Ray Lewis’in ateşi, enerjisi her zaman sahada hesaba katılamayan bir güç oldu. Bunu istatistiklere dökmek pek mümkün değil, orta vadede de mümkün olacağa da benzemiyor. Ligde her zaman her savunmayı açacak bir hücum arayışında vardı veya her hücumu durduracak hybrid bir savunma düzeni. Tıpkı fizikçilerin tüm evreni bir arada açıklamaya yetecek tek bir teorinin arayışında olmaları gibi. Yarım yamalak alıntılar rekorunu ele geçirmek gibi bir niyetim yoktu aslında ama bir ara okuduğum bir makalesinde Harald Uhlig şöyle diyordu:
“Fizik herşeyi açıklayamaz, ama herşeyi açıklamaya çalışmak zorundadır”
Amerikan futbolu da her şeyi açıklayamaz, bir sicim teorisi inşa edemez, elindeki değişkenler dünyanın en iyi atletlerinden birkaçı ve makinelerin hesaba katamadığı bir faktörle yaşıyor; oyuna bağlılık. Randy Moss’u Randy Moss yapan, “bir QB’den çok TE’e benziyor” denen, “çok kuvvetli, pas tamamlayamaz” diye etiketlenen John Elway’i gelmiş geçmiş en iyiler arasına sokan etken buydu, kıssadan güzellemeyle, oyunu “oyun” yapan buydu. Herhangi bir takım sporunda tek başına maç kazanan onlarca oyuncu gösterebilirsiniz. Michale Jordan, Derek Jeter, Joe Montana ve Lionel Messi her zaman iddiaları yıkan adam rolünü üstlendiler ama hiçbirinin tek başına şampiyonluk getirme kudreti olmadı, olmamalıydı da. Oyunlar evrildikçe, rolleri daha küçülmüş gibi görünse de aslında her zamankinden daha büyük oldu. Sahaya enerjiden fazlasını getiren, güzellik katan ve etrafındaki herkesi bir üst kademeye çekmeye iten adamlar olarak sistemlerin en önemli karakteri haline geldiler.
Biz, zamanında işin ilmi yanına merak salıp dinamikler üzerine zaman harcayan, istatistik kağıtları ile gelecek analizi yapmaya çalışanlar için hata payı hep orada olacak. Birkaç sayı, birkaç yard, birkaç gol yanılacağız. Kafamızda bitiş çizgisini yanlış yere koyduğumuzdan değil bunlar, bitiş çizgisine koşan adamları ölçmenin belki de hiçbir zaman mümkün olmayacak olmasından…