Amerikan ekonomisine bir orman diye bakarsak o ormanın en büyük ağaçlarından birinin spor endüstrisi olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu ormanın bastan aşağıya kapitalist düzen üzerinde yeşerdiğini de düşünürsek bunun içinde eşitlikçi paylaşımcı bir ağacın olması herkese garip gelebilir. Konuyu açmak için biraz suyun karşı tarafına yani Avrupa’ya bakmak lazım.

Almanlar, futbolda gecen sene dünya kupasını kazandıklarında daha kupaya elleri değmemişken bir sürü zengin kulüp çoktan hangi düşük gelirli kulübün elinden hangi dünya kupası yıldız oyuncusunu alacağının hesabını yapmış ellerini ovuşturmaya başlamıştı bile. Brezilya’da daha ilk topa vurulmadan Southampton, üç as oyuncusunu kaybettiğini biliyordu. Küçük kulüplerin bütçesi belliydi ve bu sektörde paran yoksa parası olanların senin oyuncularını elinden alıp gitmesini izlemekten başka çaren yoktu. Güzel bir bonservis bedeli alırsın onunla biraz borç kapatıp belki stadına iki bin koltuk daha eklersin, sonra yeniden yollara düşüp yeni bir yetenek bulup onu satmayı beklersin. Bunu bu şekilde üç senede bir tekrarlarsan belki bir gün o oyunculardan bir ikisini elinde tutabilecek bir bütçeye bile sahip olabilirsin, bir ihtimal, ama neden olmasın. Bu işin yolu yöntemi bütün futbol dünyasında bu şekildeydi. Kapitalizmin çarkları en ezici haliyle iş başındaydı yıllardır. Kimse de bu düzene karşı çıkmamıştı.

Eşitlikçilikle, altta kalanın elinden tutmakla, sosyal yardımlarıyla, herkesi ayni seviyeye getiremese de en azından sosyal, eğitim ve ekonomi alanlarında zemini top oynamaya elverişli hale getiren Avrupa kıtası, iş spora gelince altta kalanın canı çıksın mantığıyla hareket ediyordu, isteyen istediği kadar para harcayabiliyordu. Messi’ye bir milyar dolar mı vermek istiyorsunuz buyurun, iste Messi, iste çek defteri, kimse kimsenin elinden tutmuyor. Bir kulüp sahibi mi olmak istiyorsunuz? Satanın istediği parayı verirseniz kulüp sizin oluyordu, oysa Avrupa’da iki kurye şirketinin birleşmesine bile müdahale eden yerel hükûmetler veya Avrupa Birligi, bir kulübün başka birisine milyar dolarlara satılmasına sırt çeviriyor ilgilenmiyordu bile. Sonuçta da Avrupa’nın bütün büyük liglerinde en fazla üç, dört takım şampiyonluğa oynarken geride kalanların bütün sezon tek beklentisi belki bir iki sansasyonel galibiyet, ligi yukarıya yakın bitirmek ve transferden iyi para kazanmaktan ibaretti.

Bu sırada piyasa ekonomisinin sağlık, eğitim diğer sektörlerde hüküm sürdüğü ABD’de parasını verdiğiniz surece her kişi, kurum ve kuruluşu legal yollardan satın alabilirken iş spora gelince kapitalist Amerikan düzeninin kuralları tamamen değişiyor, bulutların arkasından güneş çıkıyor, papatyalar açıyor ve kendinizi tavsan deliğinden aşağıya düşen Alice gibi hissetmeye başlıyorsunuz. NFL’de her şey o kadar eşitlikçi ve paylaşımcı ki, bir kulübün başkasına satılması ancak ligdeki dörtte üç çoğunluğun onayı ile olabiliyor. Politburovari bir yönetim düzeni var NFL’in ancak, üyelerin tamamı Yunan demokrasisi tarzında birebir sektörün içindeki insanlar tarafından seçilmiş ve evet kurallar demir bir yumrukla uygulanıyor ancak her şey o kadar adil ki kimse kuralların geleneklerin esnetilmesini istemiyor

Arada ne kadar fark olabilir diye düşünebilirsiniz, başlıcaları şunlar;

Avrupa’da bir futbolcu sendikası yokken, ABD’de Amerikan futbolu oyuncusu sendikası sporcu sağlığından, emeklilik fonlarına kadar oyuncuların her şeyiyle A’dan Z’ye ilgileniyor, onlar için kolektif pazarlık yapabiliyor. Yeni başlayan çaylak oyuncuların kontratlarını birebir dikte ettiriyor.

Amerikan liglerinde düşme çıkma yok, ne kadar kötü olursan ol, bizimle başladın bizimle devam et mantığı, hastalıkta sağlıkta hep beraberiz düzeni 100 yıldır devam ediyor.

NFL’de ligin en kotu takımına en iyi çaylak oyuncuyu seçme şansı veriliyor, ligin şampiyonu da ayni şekilde kavanozun en dibindeki oyuncuyu alıyor. Sen çok kötü bir sene geçirdin, al sana lotodan büyük ikramiye denilip o takımın üste çıkması için bir fırsat veriliyor, bu da ne kurayla ne de parayla yapılan bir organizasyon. En kötü takım en iyi oyuncuyu almaya otomatik olarak hak kazanıyor.

Ligin kazandığı tüm paranın eşit olarak bölünmesi herhalde sosyalist düzenin tam da orta noktası olsa gerek. Sadece TV gelirleri değil, forma satışları ve stadyum gişe gelirleri de belli bir oranda paylaşılıyor NFL’deç Barcelona’ya stat gelirlerinin bir kısmını Getafe’ye vereceksin deseler, İspanya ligini bırakıp Katalan ligini gerçek anlamıyla kurardı herhalde.

Asıl zurnanın zırt dediği yer ise salary cap denilen, her takımın aynı miktarda parayı harcamak zorunda bırakıldığı kural herhalde. 2015 itibariyle senelik oyuncu maaşları bir takım için 143 milyon doları geçemiyor, bu yüzden hiç bir NFL takımı yıldızlar topluluğu haline istese de gelemiyor, eğer bugün hiçbir takım Neymar, Arda, Messi üçlüsünün NFL muadillerini alıp her sene NFL’de kafaya oynayamıyorsa sebep para olmaması değil, senelik harçlığın belli olması. Yine futboldan örnek verirsek çok iyi bir kalecin varsa ona verdiğin ücret yüzünden çok iyi bir forvet transfer edemiyorsun, çok iyi bir forvetin varsa defansa çok para harcayamadığın için oradaki oyunculara top her geldiğinde heyecan fırtınası yaşıyorsun çünkü senelik 143 milyon dolardan bir kuruş fazla harcayamazsın. Ücret limitinden dolayı her NFL sezonu başladığında ortaya beş-altı şampiyonluk favorisi sürülse de sonuç hep sürpriz oluyor. Son 10 yılda NFL şampiyonluğunu sekiz değişik takım kazanmış buna karşılık 83 yılda İspanya liginde Barcelona ve Real Madrid, 64 kez şampiyon olmuşlar, kurulduğundan beri Türkiye liginde çıka çıka beş değişik şampiyon çıkmış. Sonu aşağı yukarı belli bir filmi izlemek gibi hissediyor insan bazen Avrupa sporlarını izlerken, katil ya uşak, ya şoför ama hiçbir zaman evin kedisi değil. Galiba Amerikan sporlarının ilgi çekmesinin sebebi bu, her sezon başında kedinin de katil olup rol çalma şansı var.

Bir ara da Amerikan sporlarının kötü çocuğu, vahşi kapitalisti, hep bana diyen üniversiteler ligine göz atarız…