Konu spor olunca, şans faktörünü pek sevmeyiz, çoğu zaman nefret uyandırır hatta, ama son beş senenin Redskins’ine bakıyorum da, bir takım daha ne kadar şanssız olabilir? Türkiye sınırları içinde yetişmiş birer birey olarak Amerikan futboluna merakı olan neredeyse çoğu kişinin ilgisi, ilk olarak Eurosport’ta verilen herhangi bir maçın ardından kısa bir süre izlenebilen, ardından kumanda hakiminin yaptığı ani bir zapla kanalın değişmesiyle şekeri elinden alınmışçasına bir hissiyata girilen o anla filizlenmiştir. Evlerin salonlarında kumandalar bırakılıp işlerin başına dönüldüğünde sessizce televizyonu ve Fox Sports’u açar, bir NFL maçına rastlamayı umardınız. Umardık. Umardım. Saklı olmasına gerek olmayan bu saklı tutku, giderek taraf olma isteğini de barındırmaya başlardı.
Kimisi için Manning kardeşler sempatikti, kimisi için – durun ya, aslında çok da fazla seçeneğiniz yoktu o zamanlar. Peyton Manning inanılmaz sezonlar çıkartıyordu o zamanlar Colts ile, Chad Johnson’ın Bengals’daki krallığı sürüyordu, bir de benim zamanla o taraf olma hissiyatını tattığım Redskins’in altın çocuğu Clinton Portis vardı vitrinde. Demir adam figürünün tam karşılığıydı o zamanlar Portis bana, oyunu yeni yeni öğrenmeye başlamış biri olarak tackle kırabilme yeteneği, cüssesine göre inanılmaz çevikliği ve süratı, rakip defensive line’lara fenafillah ettiriyordu. Evet, Portis yenilmez gibi duruyordu. Evet, Redskins mükemmeldi. O zamanlar aklımın ucunda bile değildi bu altın sarısı çocukların başkent ekiplerinin “organizasyonsuzluk sendromu” kervanına katılacağı.


